Güncel
Yard. Doç. Dr. Ali Aslan: CHP’nin tüm hesabı rejim krizi üstüne
Aslan: CHP başta olmak üzere muhalefetin parlamenter sistemi savunmasının temel nedeni, parlamentoda hükümetin zor kurulup kolay düşürülmesi ve irade parçalandığı için rejim krizlerine gebe olmasıdır. CHP asker ve sivil bürokrasiye yol açmak istiyor.
Fadime Özkan
Meclis Anayasa UzlaÅŸma Komisyonu, iÅŸleyeceÄŸinden umut kesilmiÅŸ olsa da fiiliyatta varlığını koruyor. Ancak farklı senaryolar da siyasetin gündeminde. Bu nedenle bu hafta siyasi partiler üzerinden yeni anayasa ve baÅŸkanlık tartışmalarına bakmak için Ä°stanbul Medeniyet Ãœniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyelerinden Yard. Doç. Dr. Ali Aslan ile buluÅŸtuk. 2012’de University of Delaware (USA) Siyaset Bilimi ve Uluslararası Ä°liÅŸkiler bölümünde doktora derecesi alan Aslan’ın tezinde odaklandığı konu Türkiye’de devlet yönetiminde devamlılık ve deÄŸiÅŸimdi. Siyaset teorisi ve Türkiye siyaseti çalışan Ali Aslan aynı zamanda SETA Siyaset AraÅŸtırmaları masasında araÅŸtırmacı olarak görev yapıyor. Aslan’ın SETA bünyesinde CumhurbaÅŸkanlığı, baÅŸkanlık sistemi ve Türkiye siyaseti üzerine çeÅŸitli rapor ve analizleri bulunmakta.
Anayasa Uzlaşma Komisyon masasına şart öne sürmeden oturmak ve uzlaşılamayan meseleler üzerine konuşmak konusunda uzlaşamayan bir Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonumuz var. Bir önceki Komisyon da başarısız olmuş ve üzerinde uzlaşılması hiç zor olmayan 60 madde üzerinde 25 ay sonunda ancak uzlaşmıştı. Neden böyle? Partilerin siyasetinde mi arayalım bu sorunu/sorumsuzluğu yoksa şu ana kadar yapılmış anayasaların yapılış biçiminde dolayısıyla sivillerin tecrübesizliğinde mi?
Anayasa UzlaÅŸma Komisyonu’nun baÅŸarısız olması içinde bulunduÄŸumuz siyasi ÅŸartlar göze alındığında pek ÅŸaşırtıcı bir durum deÄŸil. Partilerin sorumsuzluÄŸunun –özellikle de anamuhalefet partisi konumundaki CHP’nin– ve aynı zamanda sivillerin tecrübesizliÄŸinin elbette payı vardır. Ancak asıl sorun daha baÅŸka. Anayasa yapımını yasal-teknik bir mesele olmaktan çıkarıp, bir siyasi mesele olarak ele almak gerekiyor. Sonda söyleyeceÄŸimi baÅŸta söyleyeyim, Komisyon’un gerektiÄŸi gibi iÅŸlememesi günümüz Türkiye’sinde milli iradenin nasıl tanımlanması gerektiÄŸi konusunda derin bir toplumsal ayrışmanın bulunmasının bir sonucudur. Bu argümanı anlaşılır kılmak için anayasa, milli irade ve siyasi partiler arasındaki iliÅŸkiyi açıklığa kavuÅŸturmamız gerekir.
ANAYASA KOLEKTÄ°F Ä°RADEDÄ°R
Kavuşturalım; anayasa, milli irade ve siyasi partiler arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?
Şunun altını kalın harflerle çizmeliyiz, anayasa bir toplumun kolektif iradesinin somutlaşmış halidir. Anayasanın teknik-şekli boyutunu bir kenara koyduğumuzda, esas olan anayasanın toplumun ortak ruhunu, ortak iradesini ve bütünlüğünü temsil etmesidir. Tüm siyasi eylemler ve devlet meşruiyetini anayasadan alır. Dolayısıyla, anayasa toplumsal ayrışmaların son bulduğu bir objektiflik ve evrensellik noktası konumundadır. Ancak, modern demokratik siyasetin ayrıştırıcı özelliği olan iktidarın tüm sabitelerden kurtarılmış olması, anayasada somutluk kazanan milli iradeyi zaman-mekan üstü somut bir içerikten yoksun bırakır. Bu şu demektir, devlet egemenliğinin kaynağı konumundaki milli irade kategorik olarak içeriksiz bir boşluk olmaktan ibarettir. Yani, devletin temellendiği zemin olması bakımından milli irade evrensel, içerik bakımından ise tarihseldir ve siyasi çatışmaların merkezinde yer alır.
Tam da bu noktada siyasi partileri devreye sokmamız gerekir. Siyasi partiler toplumun parçalılığını ve tarihselliğini gözler önüne seren olgulardır. Parçalılık boyutu göz önüne alındığında, siyasi partiler bir yandan toplumun farklı kesimlerini parlamentoda temsil ederken, diğer yandan da rakip milli irade tanımlarıyla metaforik olarak toplumun tamamını temsil etme iddiasında bulunurlar. Tarihsellik boyutuna odaklandığımızda ise, siyasi partiler toplumsal alanda zamanla yaşanan değişimler ile zamanın dışında konumlanan evrensel ve objektif devlet otoritesi arasındaki bağı kurarlar ve etkileşimi sağlarlar. Dolayısıyla, siyasi partiler en temelde, bir evrensellik noktası olarak tesis edilen millet iradesi ve buna yaslanan devlet otoritesini somut bir içerikle tanımlama iddiası taşıyan tikel ve subjektif pozisyonlardır.
Siyasi partiler arasındaki yorum farklılıkları ve iliÅŸkiler de genel itibariyle iki jenerik ÅŸekilde gerçekleÅŸir. Bunlardan biri, siyasi partilerin ortak etik-politik deÄŸerleri paylaÅŸtığı, yani milli irade konusunda geniÅŸ bir toplumsal uzlaşının bulunduÄŸu durumlardır (mesela ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti gibi), diÄŸeri ise bunun olmadığı durumlardır. Ä°lkinde siyasi partiler birbirini “rakip” olarak tanımlarlar ve iliÅŸkileri demokratik siyasetin sınırları içerisinde rasyonel ve daha az varoluÅŸsal ÅŸekilde gerçekleÅŸir. Ä°kincisinde ise siyasi partiler birbirini “düşman” olarak görür ve iliÅŸkileri demokratik siyasetin dışına taÅŸar. Åžiddete baÅŸvurmak, sokağı hareketlendirerek ve orduyu göreve çağırarak siyaset kurumuna müdahaleler gibi siyaset dışı mekanizmalar devreye sokulur.
PARTİLER ARASI İLİŞKİLER RAKİP DEĞİL DÜŞMAN İLİŞKİSİ
Türkiye’de siyasi partiler arasındaki iliÅŸki biçimi hangi kategoriye yakın?
Ä°kinci ÅŸekle çok daha yakın. Partiler arasında ortak etik-politik deÄŸerler, yani milli iradenin tanımı konusunda derin ayrışmalar söz konusudur. Bu sebeple de iliÅŸkiler, büyük oranda kendisine karşı varoluÅŸsal bir mücadele verilen “düşman” çizgisinde tanımlanır. Dolayısıyla, anayasa yapımı gibi toplumsal olanın inÅŸasının söz konusu olduÄŸu, yani evrensel ile tikel arasındaki etkileÅŸimin zirve noktasına çıktığı günümüz Türkiye’sinde komisyonda bir kilitlenmenin yaÅŸanması ve bunun sert bir ÅŸekilde gerçekleÅŸmesi anlaşılabilir bir durumdur. Tekrarlayacak olursak, uzlaÅŸma masasının CHP tarafından devrilmesi ve müzakerelerin akim kalması, sosyolojik deÄŸiÅŸimin aktörü konumundaki AK Parti’nin yeni bir milli irade tanımıyla sivil bir anayasa yaparak mevcut kurumsal düzeni reforme etmek istemesi, CHP (ve aynı zamanda MHP’nin de) eski milli irade tanımı ve bu tanıma yaslanan anayasayı ve kurumsal düzeni korumak için halen mücadele etmesi nedeniyledir.
KURUCU MECLÄ°S BAHSÄ° TAM BÄ°R BAHANEYDÄ°
Geçen dönem komisyon kurulurken ve çalışırken bir tartışma yaÅŸanmıştı: “Bu meclis anayasa yapamaz, çünkü kurucu meclis deÄŸil” deniyordu. Åžu an bu anlayışın izdüşümünü görüyor musunuz herhangi bir partide?
O tartışmada hukuki açıdan meclisin “kurucu” sayılabilmesi ve yeni anayasa yapabilmesi için, öncelikle referanduma gidilip halka yeni anayasa isteyip istemediÄŸinin sorulması gerektiÄŸi söyleniyordu. Åžayet halk nitelikli çoÄŸunlukla anayasa yapımına onay verirse, ikinci adımda barajsız bir seçimle kurucu meclisin oluÅŸturulması öngörülüyordu. Son olarak ise, oluÅŸturulan kurucu meclisin yeni bir anayasa yapıp taslağı tekrardan referanduma götürmesi gerekiyordu. Referandumun sonucuna göre de yeni anayasanın yürürlüğe girmesi ya da eskiyle devam edilmesi bekleniyordu.
Bu iddiaların dayanak noktası ise, her seçim sonrası anayasa deÄŸiÅŸikliÄŸi tartışmalarının önüne geçmek olduÄŸuydu. Hukuki olarak da bu iddialar, mevcut anayasanın anayasa deÄŸiÅŸikliÄŸine iliÅŸkin 175. maddesine dayandırılıyordu. Bu iddiaların hukuki zaaflarını bir kenara koyup arkasındaki siyasetine baktığımızda, “yeni bir anayasa yapılmasın” demenin uzun yolu olarak karşımızda durmaktadır. Oysa toplumda uzun süredir yeni bir anayasa yapılmasına dair bir istek olduÄŸu, çeÅŸitli kamuoyu araÅŸtırmalarınca da ortaya konduÄŸu gibi, bariz bir ÅŸekilde ortadadır. Bunun için referanduma gitmeye gerek yoktur. Öyle ki 2002’den itibaren AK Parti’yi “hakim parti” konumuna getiren seçim zaferlerinin hemen hemen hepsinin kurucu meclis oluÅŸturulmasına yönelik toplumsal bir arzuyu barındırdığını söylemek abartı olmaz. Açık olan, Türkiye’deki sosyolojik geliÅŸimin siyaset kurumu üzerinden bürokratik vesayetin anayasasına ve kurumsal yapısına meydan okuyor olması ve bu alanlarda köklü bir deÄŸiÅŸim isteÄŸi taşıyor olmasıdır.
AMAÇ VESAYET ANAYASASINI KORUMAK
Siyaseti toplumsal değişimin belirlemesi, siyasi iradenin de tabandan yukarıya doğru oluşması doğal ve sağlıklı olan değil midir zaten?
Bakın, bu iddiaların içerisinde özellikle dikkat çekici olan husus, barajın kaldırılarak parlamento seçimlerinin yapılması meselesidir. Hatırlanacağı üzere bu iddiaları gündeme getiren hukukçuların 2002 öncesinde parti kapatmalarını ve seçim barajını savunan insanlar olması ironiktir. Ama tavırlarında siyasi bir tutarlılık olduğunu da teslim etmek gerekir. Keza bu hukukçular için aslolan Kemalist rejimin, vesayet düzeninin korunmasıdır. 2002 öncesinde bunun yolu barajın korunmasından geçerken, bugün barajın kaldırılmasından geçmektedir. Günümüzde barajın kaldırılması yasama organında anayasa yapacak güçlü bir siyasi iradenin oluşmamasına ve meclisin tıkanmasına yöneliktir, bunun sebebi kesinlikle toplumsal farklılıklara duyulan özgürlükçü bir hassasiyet değildir.
Bu tavrın günümüzde CHP tarafından devam ettirildiğini söyleyebiliriz. Uzlaşma komisyonunu sudan sebeplerle terkederek anayasa yapımı çalışmalarını yavaşlatması bunun en açık göstergesidir. Ayrıca her seçim öncesi CHP (ve HDP çizgisindeki partiler) tarafından dillendirilen seçim barajının aşağıya çekilmesi ya da tamamıyla kaldırılması ve ayrıca milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması talepleri özgürlükçü bir siyasetin değil, mecliste güçlü bir siyasi iradenin oluşumunu engellemek, siyasi kriz çıkarmak ve böylece demokratik siyasetin alanını daraltarak ülkede yaşanan dönüşüm sürecini durdurma ve vesayet rejimini yeniden tesis etmeyi amaçlayan bir siyasetin dışa vurumları olduğunu da belirtmek gerekir.
BAŞKANLIK TARTIŞMASI ARAÇSAL
Mevcut Komisyondan umudunuz var mı peki, çalışır mı bu masa?
Çalışır demek zor gözüküyor. Bunun temel sebebi milli iradenin ne olduÄŸu konusunda siyasi partiler arasında keskin bir ayrışmanın olması. Açacak olursak, anayasanın temsil edeceÄŸi milli irade, CHP tarafından “laikçi” kimlik, MHP tarafından etnik milliyetçi, yani “Türklük” kimliÄŸi ekseninde tanımlanmaktadır. AK Parti ise milli iradeyi dini ve etnik aidiyetlerin ötesinde “ortak medeniyet” kimliÄŸi zemininde tanımlamak istemektedir. HDP ise sürekli olarak “halk-lar” ifadesini kullanarak en temelde devletin zeminini teÅŸkil eden milli irade kavramını yıkarak toplumsal parçalanmayı körüklemek ve böylece Türkiye’den bir kopuÅŸ için gerekli psikolojik ve siyasi ÅŸartları oluÅŸturmaya çalışmaktadır.
Burada 1982 Anayasası’yla çeliÅŸen ve deÄŸiÅŸmesi için mücadele veren tek partinin “medeniyet” kimliÄŸi ekseninde bir toplum tasavvuruna sahip AK Parti olduÄŸunu söylemek abartılı olmaz. HDP 1982 Anayasası’nın Kürt kimliÄŸini dışlayan ruhunun ayrılıkçı ve pan-Kürdist siyasetini meÅŸru kılması, CHP ve MHP ise 1982 Anayasası’nın ruhunun laikçi ve etnik Türkçü kimliklerin karışımından oluÅŸması nedeniyle anayasanın deÄŸiÅŸtirilmesine karşıdırlar. Ancak muhalefet partileri, yeni ve sivil anayasaya büyük destek veren toplumun tepkisinden çekinerek bu niyetlerini gizlemeye çalıştıkları da gözlemlenmektedir. Bu amaçla CHP, MHP ve HDP özellikle baÅŸkanlık sistemi karşıtlığını araçsallaÅŸtırmaktadırlar.
Nasıl araçsallaştırıyorlar?
Bu araçsallaÅŸtırma, baÅŸkanlığın partiler tarafından kendi ideolojilerinde temellenen argümanlarla reddedilmesinde kendini ele vermektedir. CHP sosyal-demokrat ideolojisine paralel olarak baÅŸkanlığı “tek-adamlık,” MHP milliyetçilik ekseninde “parçalanma” ve HDP radikal-demokrat çizgisi ağır bastığında “otoriterlik,” pan-Kürdist çizgisi devreye girdiÄŸinde ise “Kürt halkını ezecek savaÅŸ politikaları” ile anlamlandırmakta ve eÅŸitlemektedir.
AK PARTİ SÜREÇTE DİKKATLİ OLMALI
Komisyonun çalışma usulleri nasıl sizce, her partinin seçmenden aldığı yetkinin oranını dikkate almaksızın komisyonda eşit üyeyle temsil edilmesi demokratik mi? Partiler tabanlarının kendilerine verdiği yetkiyi, siyasi iradeyi mecliste tenkisata uğratabilir mi?
Komisyonun oy oranına bakılmaksızın her partiden eşit sayıda milletvekilinden oluşması ve kararların oy birliği ile alınacak olması demokrasi idealiyle bağdaşmamaktadır elbette. Demokrasi en nihayetinde yönetme hakkının rakamlarla (oy oranıyla) belirlendiği ve çoğunluğun yönetimini öngören bir yönetim biçimidir. Anayasa yapımı gibi kritik bir konuda halkın seçimde koyduğu iradenin göz ardı edilerek, eşit üye uygulamasının işletilmesi demokratik meşruiyet ve temsil açısından sorunludur.
Aynı ÅŸekilde, bu uygulama siyaset-hukuk iliÅŸkisi açısından da problem arz etmektedir. EÅŸit üye uygulaması, hukuk ve müzakere yoluyla siyasi sorunların çözüleceÄŸine yönelik romantik bir bakış açısına dayanmaktadır. Oysa anayasa gibi tamamıyla siyasi bir sorun ancak siyasi yollardan çözülebilir. Bunun için de gücün (burada bu oy oranları ÅŸeklinde tezahür etmektedir) oynayacağı rolün kabul edilmesidir. EÅŸit üye ve kararların oybirliÄŸi ile alınmasıyla sürecin uzayacağı ve bir yere varılamayacağı oldukça açıktır. Muhalefet partileri açısından eÅŸit üye uygulamasını benimsemek siyaseten anlaşılır bir durumdur, ancak AK Parti’nin bu uygulamaya olur vermesinin siyasi bir gerekçesi olamaz. Burada AK Parti’nin topluma uzlaÅŸmacı ve ılımlılık görüntüsü vermeye çalışarak kamuoyunda sempati toplamaya çalıştığı sezinlense de, eÄŸer süreç iyi yürütülemezse bunun parti tabanında bir tepkiye yol açacağını söylemek gerekir.
SİVİL, KISA, ÖZLÜ VE ESNEK ANAYASA
Muhalefet cephesinde özellikle sıklıkla sorulan bir soru var: “Yeni bir anayasaya neden gerek var, zaten deÄŸiÅŸtirildi ya birçok yeri” deniyor?
Bu iddiaları gündeme getirenlerin aynı zamanda “ilk dört maddeye dokundurmayız” diyenler olması asıl niyetin anayasanın bütününe iliÅŸkin bir deÄŸiÅŸikliÄŸi istemediklerini söylüyor bize. Bütünlükten kastım tam olarak ÅŸu. Anayasa siyasi-tarihi bir olgudur ve toplumsal deÄŸiÅŸimlere göre ÅŸekil alır. Bu özellikle bizim gibi geçiÅŸ toplumları için çok daha akut bir meseledir. Çünkü toplumsal gerçekler ile anayasa arasında derin ayrışmalar ortaya çıkar. Yakından bakıldığında siyasi geliÅŸmelere endeksli olarak yapılan tüm deÄŸiÅŸikliklere raÄŸmen mevcut anayasa halen eski rejimin ideolojisini ve kurumsallaÅŸmasını yansıttığını görürüz. Ä°lk dört maddede açıktan olmasa da ima edilen devlet-toplum iliÅŸkisi ve vatandaÅŸlık tanımı –burada tam olarak “Atatürk milliyetçiliÄŸi” ifadesini kastediyorum– günümüzün toplumsal gerçekliÄŸinin ve aynı zamanda uluslararası standartların gerisinde. Bu farkın kapatılması, darbe anayasasının yerine sivil ve demokratik bir anayasasının yapılması gerekiyor.
Ä°kinci olarak, anayasada çok önemli bir yer tutan erkler arası iliÅŸkiler ve yönetim sistemi konusunda bir belirsizlik, yetki-sorumluluk dengesizliÄŸi ve karmaÅŸası söz konusu. 2007’de CumhurbaÅŸkanının seçimine yönelik anayasa deÄŸiÅŸikliÄŸiyle birlikte Türkiye fiili olarak yarı-baÅŸkanlık yönetim sistemiyle yönetilmeye baÅŸlandı. Ancak CumhurbaÅŸkanının demokratik meÅŸruiyeti ve sistem içerisindeki konumundaki bu çok önemli deÄŸiÅŸikliÄŸe raÄŸmen siyasi sorumlulukları konusunda bir adım atılmadı. Bu fiili durumun hukukileÅŸmesi ve bu gibi belirsizliklerin giderilmesi gerekiyor.
Yine, çok fazla değişiklik geçirmesine rağmen anayasa halen spesifik bir bütünlük arz ediyor. Gereksiz ayrıntılar, uzunluk ve katılık gibi problemleri halen bünyesinde taşıyor. Bu sorunun aşılması maddelerde yapılacak bir değişiklikle değil, anayasanın bütününe dair yeni bir perspektifle bir anayasanın yapılmasını da elzem kılıyor. Kısaca, daha kısa, özlü ve esnek bir anayasaya ihtiyaç var.
DARBE RUHU 2002’DEN BERÄ° SÄ°LÄ°NÄ°YOR AMA YETMÄ°YOR
CHP anayasadaki darbe izlerini temizleyelim yeter diyor. Yetmez mi?
AK Parti 2002’den itibaren CHP’nin bu arzusunu yerine getirmeye çalışıyor zaten. Ancak CHP’nin bu süreçte iktidara olumlu bir katkısının olduÄŸunu söylemek neredeyse imkansız. Bu minvalde atılan her adımda toplumun ve iktidar partisinin karşısında yer aldı. CumhurbaÅŸkanının seçimi, yargı reformu, asker-devlet iliÅŸkilerinin demokratik bir çizgiye çekilmesi, demokratik açılım, kiÅŸisel hak ve özgürlüklerin geniÅŸletilmesi gibi darbe izlerinin silinmesine ve demokratik siyasetin alanının geniÅŸletilmesine yönelik her hamleyi engellemeye çalıştı. Söylemde demokratik ve özgürlükçü, ancak eylemde otoriter ve vesayetçi bir çizgi takip etti. Bu süreçteki seçim sonuçları, CHP’nin bu söylem-eylem tutarsızlığının halk tarafından da görüldüğünü gösteriyor.
Ayrıca günümüzde aynı çevrelerin terör olayları ve paralel yapının çökertilmesinden sonra eli güçlenen orduya tekrardan yanaşmaya başladıkları ve askeri siyasetin içine çekmeye çalıştıklarına da şahit oluyoruz. Daha öncesinde ise ülkede kriz çıkararak AK Parti iktidarını indirmek adına hem HDP/PKK hem de paralel yapıyla dirsek temasında olduklarını da biliyoruz. Tüm bunlara bakınca bu çevrelerin çağrılarının samimi olmadığını, yani gerçek anlamda bir zihni kırılmaya uğramadıklarını ve yeni anayasa yapımını durdurmaya yönelik siyasi bir manevra olmaktan başka bir şey olmadığını görüyoruz.
YENİ ANAYASA İÇİN DOĞRU ZAMAN
Yeni anayasa bakımından zamanlama doğru mu sizce? Terör var, savaş var vs deniyor.
Yeni anayasanın zamanlaması üzerine düşünürken sadece ÅŸu an yaÅŸanan PKK terörünü deÄŸil, son 13 yıldaki tüm süreci göz önüne almak gerekir. Son 13 yıl ülke açısından tarihin tekerinin çok hızlı döndüğü bir dönem oldu. Bazı toplumların birkaç asırda yaÅŸadığını biz çeyrek asır gibi çok kısa bir süre içerisinde yaÅŸamak zorunda kaldık. Çevreden merkeze akan sosyoloji Kemalist rejimin kurumsallaÅŸmış düzenini sarsması, merkezi dönüştürmesi ve ekonomik-sınıfsal deÄŸiÅŸimlerin de tetiklediÄŸi bir toplumsal eÅŸitlenme ve özgürleÅŸim süreci yaÅŸanmasına ÅŸahitlik ettik. Bunun karşısında bu süreci durdurmak ya da kendi istedikleri yola kanalize etmek için deÄŸiÅŸim karşıtlarının gerçekleÅŸtirdiÄŸi askeri darbe giriÅŸimlerini, Cumhuriyet mitinglerini, e-muhtıraları, Gezi vs. gibi toplumsal kalkışmaları, 6-8 Ekim gösterilerini, 17-25 Aralık yargı darbesi giriÅŸimlerini, metropollerde çeÅŸitli terör örgütlerinin bombalama eylemlerini ve en son olarak da PKK’nın doÄŸuda “devrimci halk ayaklanması”nı gördük. Kısaca, iki toplumsal bloÄŸun, yani deÄŸiÅŸim isteyenler ile deÄŸiÅŸime karşı çıkanlar arasında bir kapışma gerçekleÅŸti ve hala da bu sreç devam ediyor.
Yeni anayasa yapımı etrafında dönen tartışmalar ancak bu siyasi baÄŸlam hesaba katıldığında anlaşılabilir. Yeni anayasa isteyenler hukuki sistemimizin sadece evrensel standartlara göre yetersiz olması dolayısıyla deÄŸil, ülkede yaÅŸanan siyasi mücadelelerin çok önemli bir unsuru olduÄŸu için de yeni anayasayı istiyor. Anayasanın bu iki boyutu birbirinden ayrı düşünülemez. Yeni anayasa yapılması ve yürürlüğe girmesi deÄŸiÅŸim taraftarlarının zaferi demek olacak, yeni anayasanın engellenmesi ise deÄŸiÅŸim karşıtlarının geleceÄŸe dair siyasi-toplumsal umutlarını bir ÅŸekilde sürdürmeleri anlamına gelecek. Bu baÄŸlamda, ülkede terörün ve diÄŸer siyaset-dışı eylemlerin olması tam da yeni anayasa yapımını engellemeye yönelik hamleler olarak deÄŸerlendirmek gerekir. Yani “ülke bu haldeyken yeni anayasa mı yapılır” ifadesinin yüksek sesle dillendirilmesi, deÄŸiÅŸim karşıtlarının kamuoyunda yeni anayasa yapımına karşı oluÅŸturmak istedikleri psikolojik ortamın baskın hale gelmesi anlamı taşır. Yeni anayasanın yapılması terörün ve savaÅŸların, daha doÄŸrusu ülkedeki “olaÄŸanüstü” ÅŸartların sona erdirilmesi için olmazsa olmaz bir olgu olarak deÄŸerlendirmek mümkündür.
BASKIN ERKEN SEÇİM OLABİLİR
Komisyon çalışmazsa AK Parti B planını yürürlüğe sokacak. Ne bekliyorsunuz 330 arayışı ve referandum süreçlerine dair?
AK Parti kurmaylarının komisyondan bir sonuç alamayacağını düşündüklerini kestirmek zor deÄŸil. Ancaköncelikle toplumdaki uzlaÅŸma ihtimallerinin deÄŸerlendirilmesi ve tüketilmesi, bunun ardından gerçekten bir anayasa yapım sürecine geçilmesi gerekiyordu. Ä°zlenen sürecin siyaseten doÄŸru olduÄŸunu söylemek gerekir. Bundan sonraki süreçte ilk olarak, yeni anayasa taslağını referanduma götürebilmek için gereken 330 milletvekilinin desteÄŸini almaya yönelik hamlelerin yapılacağını beklemeliyiz. Bu noktada AK Parti muhalefet partilerinden milletvekili transferi gibi etik olmayan yollar yerine, parlamento üzerinde kamuoyu baskısı oluÅŸturmaya yönelik adımlar atacaktır. Yani yeni anayasayı kamuoyu gündeminde tutarak ve tartıştırarak yeni anayasaya yönelik kamuoyu desteÄŸi yukarı çekilip parlamentoda buna direnen partiler üzerinde baskı oluÅŸturmaya çalışacaktır. Bu baskı erken seçim ihtimaline endeksli bir baskı olacaktır. Her ne kadar erken seçim ihtimali yok dense de, ÅŸartlar birden o noktaya gelebilir. Bu ihtimali tüm partiler hesaba katıyordur. Böyle bir durumda özellikle MHP ve HDP’nin baraj altı kalması –ki her iki parti de anayasa tartışmalarından bağımsız olarak bir süredir yanlış siyasi hamleleri nedeniyle kan kaybediyorlar– ihtimal dahilindedir.
MHP, CHP-HDP Ä°LE ARASINA MESAFE KOYUYOR
Bahçeli bu ihtimale karşı farklı bir hamle yaptı aslında geçen hafta, 330 için AK Parti’yi yüreklendirdi bir bakıma?
MHP’nin ÅŸimdiden bir ön alma hamlesi olarak bu baskılara olumlu karşılık verdiÄŸini görüyoruz. Komisyonda kalmaya yönelik ve anayasa taslağının referanduma götürülmesinde ihtiyaç duyulan 14 milletvekiline yönelik müspet açıklamaları var. Tabi burada MHP’nin son terör olayları sürecinde elinde kalan milliyetçi oyların bir kısmını daha AK Parti’ye kaydığını gördüğü ve parti için yaÅŸamsal önemi olan milliyetçi söylemi elinden kaçırmamak için anayasa yapımına yönelik açıklamalar yapmak zorunda kaldığını da belirtmek gerekir. Yine aynı ÅŸekilde, bu açıklamalarla siyasi sorumluluk kokan bir duruÅŸ sergileyip, son dönemde iyiden iyiye ülke menfaatlerini ikinci plana itme eÄŸilimi içerisindeki CHP-HDP çizgisiyle arasına mesafe koymak zorunda hissettiÄŸini de söylemeliyiz. Ancak en nihayetinde MHP’nin baÅŸkanlık ve ilk dört madde ÅŸartını öne sürerek AK Parti’ye destek çıkmayacağını –ki bu yönde açıklamalar da geçtiÄŸimiz hafta yapıldı– ve bu süreçte zikzaklar çizmeye devam edeceÄŸini beklemek gerekir.
CUMHURBAÅžKANI 104. MADDEYE DAYANARAK MECLÄ°SÄ° BY-PASS EDER MÄ°?
Ya B planı işlemezse?
Åžayet AK Parti parlamentoyu yeterince baskı altına alamayıp 330’u bulamazsa, önünde ya anayasa yapımından vazgeçmek, ya erken seçime giderek anayasa için gerekli milletvekili sayısını tutturmaya çalışmak ya da anayasa deÄŸiÅŸikliÄŸi için baÅŸka bir formül bulması gerekecektir. AK Parti’nin yeni anayasadan, özellikle de baÅŸkanlık sistemi ısrarı düşünüldüğünde mümkün olduÄŸunu sanmıyorum. Ä°kinci ihtimal olan erken seçim ise bir ÅŸekilde AK Parti’nin gündeminde olacaktır ve eÄŸer ÅŸartlar istediÄŸi noktaya gelirse böyle bir karar almaktan çekinmeyecektir.
Ancak bu noktaya gelmeden üçüncü bir ihtimalden de bahsedilebilir. CumhurbaÅŸkanı anayasayı bir derece zorlayarak ve esneterek, baÅŸbakan ve kabinesinin de desteÄŸi alıp, komisyonda hazırlanan yeni anayasa taslağını parlamentoyu by-pass ederek doÄŸrudan halka götürme yoluna gidebilir. Anayasa’da CumhurbaÅŸkanının yetkilerinin sayıldığı 104. maddede CumhurbaÅŸkanının anayasa deÄŸiÅŸikliklerini referanduma sunma yetkisinden bahsedilmektedir. Bu daha çok CumhurbaÅŸkanının parlamentoyu yasama anlamında sınırlama ve denetleme iÅŸlevini kapsasa da, farklı bir ÅŸekilde yorumlanmaya da açıktır. Bu cüretkâr hamlenin yapılabilmesi için kamuoyundan ciddi bir desteÄŸin alınmasının gerektiÄŸini söylemeye gerek yok sanırım. Halkın darbe anayasası ile yönetilmek ile sivil ve demokratik bir anayasa ile yönetilmek arasında kararını ve niyetini daha yüksek sesle dillendirmesi gerekmektedir.
MUHALEFET VESAYETTEN BESLENÄ°YOR
Başkanlık ve yeni anayasa konuları birbirinden ayrılmalı tezine ne diyorsunuz?
Burada üzerinde durulması gereken iki nokta var. Öncelikle yönetim sistemi konusunda net bir tavır almadan yeni anayasa yapmak mümkün deÄŸil. Erklerin kuruluÅŸu, iÅŸleyiÅŸi ve aralarındaki iliÅŸkilerin anayasada açıkça yazılması gerekiyor. Yani, yeni anayasa yapım sürecinde bir ÅŸekilde bir yönetim sistemi tercihi yapmak zorundayız. Bu noktadan bakıldığında baÅŸkanlık ile yeni anayasayı birbirinden ayırmak mümkün deÄŸildir. Åžayet baÅŸka bir yönetim sistemi tercihi yapacaksak, mesela parlamenter sistem, onu da yeni anayasayla birlikte tartışmamız gerekir. Yönetim sistemi ile anayasayı birlikte ele alma sorunu –ki bu bir sorun olarak tanımlanır mı orası da tartışılır– mutlaka yaÅŸanacaktır.
Hal böyleyken, bu iddianın arkasına baktığımızda başkanlık sistemine karşı itirazın başka bir şekilde dillendirilmesinden başka bir şey olmadığını görürüz. Elbette başkanlığa muhalefetin bu denli karşı olmasının da anlaşılır bir tarafı var. Toplumun merkezini tutamayan ve dolayısıyla siyaset kurumu üzerinden iktidara gelme ihtimalinin olmadığını düşünen bir akıl yürütmenin sonucunda bu karşıtlık oluşuyor. Başkanlığın yürütme erkini yönetim sisteminin merkezine alarak siyasi iradeyi güçlendirmesi, vesayetten beslenmeyi alışkanlık haline getirmiş muhalefeti doğal olarak rahatsız ediyor.
CHP’NÄ°N TÃœM HESABI REJÄ°M KRÄ°ZÄ° ÃœSTÃœNE
Mesela? Nasıl rahatsız ediyor?
ÖrneÄŸin son dönemde CHP baÅŸkanlık karşısında “güçlendirilmiÅŸ parlamentarizm” önerisi ile gündeme geldi. Ancak CHP’nin kastettiÄŸi sistem ile bu sistemin dünyadaki uygulamaları arasında açık bir tutarsızlık var. Açacak olursak, güçlendirilmiÅŸ parlamentarizm yürütme erkinin parlamenter sistem içerisinde merkeze alınmasını öngörür, yani hükümetin kurulmasının kolaylaÅŸtırılması, güvensizlik oyu ile düşürülmesinin zorlaÅŸtırılması ve cesur kararlar almasının saÄŸlanması öngörülür. CHP’nin önerisi ise parlamenter sistem içerisinde yasamanın merkezde olmasına dayanıyor. Bunu yasama erkinin güçlendirilmesi ÅŸeklinde de anlamamak gerekir. Tam tersine, hükümetin parlamentoda zor kurulması, kolay düşürülmesi, ülke yönetimine dair ciddi kararlar alamaması, karar alma süreçlerinin yavaÅŸlaması ve parlamentoda siyasi iradenin olabildiÄŸince parçalanması amaçlanıyor. Bunun sonucunda bir yönetim krizinin baÅŸgöstereceÄŸi ve bunun da bir rejim krizi için gerekli ÅŸartları doÄŸuracağı hesap ediliyor. Kısaca, demokratik siyasetin iÅŸlevsizleÅŸmesiyle askeri ve sivil yüksek bürokrasinin siyaset kurumunu by-pass ederek yönetimi ele almasının yolunun yapıldığını söylemek abartı olmaz.
BaÅŸkanlık ile anayasayı birbirinden ayırmak gerektiÄŸini söyleyen ve muhalefetle siyaset-karşıtlığı noktasında bir araya gelen bir baÅŸka kesim daha var. Ancak bu kesimin siyaset karşıtlığı, muhalefetin “toplumsal dönüşümü durdurmanın yolu siyaseti boÄŸmaktan geçiyor” anlayışından farklılık arz ediyor. Bu kesim temelde siyaseti hukuka tabi kılmayı amaçlamaktadır. Kendilerine temel aldıkları düşünce ise, 19. yüzyılın sonlarından itibaren siyaset-hukuk iliÅŸkisine damgasını vuran neo-Kantçı bir hukuk ve anayasa anlayışıdır. Bu anlayışın belli baÅŸlı parametreleri ÅŸu ÅŸekilde. Siyasi eylemleri meÅŸrulaÅŸtırmak ve açıklamak için saf bir irade formundaki akıl, evrensel olarak baÄŸlayıcı ahlaki ve hukuki ilkeler ortaya koyar. Aklın ortaya koyduÄŸu bu soyut ve bütünlüklü kurallar, siyasi-toplumsal alandan ayrı bir normatif alan oluÅŸturur. Bu normatif kurallar manzumesi insan eylemlerini yönlendirir ve evrensel olarak geçerli olmalarını saÄŸlar. MeÅŸru siyasi düzen soyut aklın ürettiÄŸi bu evrensel normatif ilkelerin hayata geçirmesiyle meydana gelir. Daha spesifik olarak, devlet meÅŸruiyetini, insan aklının ahlaki otonomisini ve evrensel geçerliliÄŸini mümkün kılan bu kurucu evrensel ilkeleri temsil etmesi ve uygulamasıyla saÄŸlar. Özetle, buna göre devlet egemenliÄŸinin ve meÅŸruiyetinin kaynağı somut, tarihi ve yerli millet iradesi olmaktan çıkıp, soyut ve evrensel akıl olur.
MİLLET İRADESİNİ DEĞİL AYDIN ELİTİZMİNİ AMAÇLIYORLAR
“Milli ve yerli anayasa” fikrine de itiraz edenlerden bahsediyorsunuz?
Evet. Dolayısıyla, Türkiye’deki bu liberal neo-Kantçı kesimin siyaset karşıtlığı millet iradesinin yerine soyut ve evrensel aklı koymak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu kesimler tüm siyasi sorunların soyut ve evrensel aklın ortaya koyduÄŸu yasalara tabi olunarak çözüleceÄŸine inanmaktadırlar. Buna göre, siyasete gerek yoktur, tüm toplumsal aktörler bu evrensel kurallara tabi olup ona göre hareket ederse toplumsal sorunlarımızın hepsi çözümlenecektir. Dolayısıyla yeni anayasanın milli ve yerli deÄŸil, soyut ve evrensel olması ideal olandır. Yeni anayasa bu çizgide bir anayasa olmadığı sürece de meÅŸru deÄŸildir. Anayasanın meÅŸruiyeti millet iradesinde, yani siyasette deÄŸil, soyut ve evrensel akılda, yani hukukta temellenmelidir. Sonuçta demokrasinin yerini bir tür aydın elitizmi almış olur. Daha da trajik olan tarafı, evrensel ve objektif olarak sunulan normların seküler, bireyci ve piyasacı burjuva ideolojisine yaslanan tikel ve subjektif bir pozisyon teÅŸkil etmesidir.
Millet iradesine karşı alerji beseleyen bu bakış açısı doğal olarak kararı ve siyaseti değil, müzakereyi merkeze alan bir yönetim sistemini arzu etmektedirler. Parlamenter sistem ideal şekliyle bu neo-Kantçı idealizmin somutlaşmış halidir. Parlamenter sistem aydınlanmış çıkarlara sahip toplumsal grupların mecliste biraraya gelip sorunlarını müzakere ettikleri ve müzakere sonucunda bir uzlaşıya vardıkları sistemdir. Devletin müzakere yoluyla yönetilmesidir. Başkanlık sistemi ise idealde, uzlaşının çoktan millet iradesince gerçekleştirildiğini varsayarak, en direkt yoldan bu iradenin siyasi karar alıcılar tarafından hayata geçirilmesini öngören sistemdir. Devletin milli iradeyi hayata geçirecek kararları alarak yönetilmesini öngörür.
BAÅžKANLIK VE ANAYASAYI AYRIÅžTIRMAK DEMOKRASÄ° KARÅžITLIÄžIDIR
Yani?
Sonuç itibariyle her iki tez de, farklı düzlemlerde ve farklı şekillerde olsa da, milli iradenin siyasi iradeyle biraraya gelmesini öngören demokratik bir yönetimi karşısına almaktadır. Başkanlık ve anayasa tartışmasının ayrıştırılması son tahlilde demokrasi karşıtlığına evrilmektedir.
MÄ°LLÄ° Ä°RADEYE DAYANAN ANAYASA TÃœM TOPLUMUN ANAYASASI OLUR
B Planı ihtimali üzerinden devam etmek isterim. AK Parti’nin getireceÄŸi anayasa Meclisten geçerse tek parti anayasası mı olur bu?
Bu sorunun içinde barındırdığı eleÅŸtiri bir ön kabule dayanıyor. Bu ön kabul, anayasanın uzlaşıyla yapılması gerektiÄŸi ve uzlaşıyla yapılabileceÄŸi inancıdır. Her ne kadar kabul etmekte zorlansak da toplum kendi içinde bazılarını dışlayarak bir siyasi-toplumsal düzen kurar. Bu ontolojik olarak kaçınılmaz bir durumdur. Toplumda tüm herkesi kapsayan bir pozisyonun ortaya çıkması mümkün olmadığına göre –ki bu totaliterlik anlamına gelir– ve rakip siyasi pozisyonların varlık nedeni farklı toplum tasavvurlarına sahip olmaları olduÄŸuna göre, anayasanın en geniÅŸ toplumsal desteÄŸe sahip siyasi parti tarafından yapılması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk demokrasi fikriyle de uyumludur, keza demokrasi çoÄŸunluÄŸun yönetimidir. Burada elbette kastedilen çoÄŸunluÄŸun azınlığın haklarını gaspetmesi deÄŸildir. Demokratik siyaset azınlıkta kalanın haklarını koruma hedefi güttüğü gibi, çoÄŸunluk olmak için adil ve serbest mücadelenin sürdürülmesi hedefi de gütmektedir. Dolayısıyla, siyasi iradeye yön verecek iradenin çoÄŸunluÄŸu oluÅŸturan toplumsal kesimin, yani “milli” iradenin olmasıdır. Milli iradeye yaslanan bir anayasa, siyaseten bir kesimin, hukuki olarak ise tüm toplumun anayasası olacaktır. Neticede siyaset ayrıştırıcı, hukuk ise birleÅŸtirici bir kimlik taşır.
İLK DÖRT MADDE TARTIŞMASI HUKUKİ DEĞİL SİYASİ
İlk üç dört maddeye dokunulup dokunulmayacağı meselesi de tartışmalı. Ne dersiniz dokunulmalı mı, nasıl dokunulmalı?
Ä°lk dört maddeye dokunulup dokunulmaması artık sembolik bir önem kazanmış durumda. Evet, burada vatandaÅŸlık tanımına ve devlet-toplum iliÅŸkisine yönelik sorunlu olan somut noktalar var. Bunların yeni anayasada farklı bir ÅŸekil alacağı da muhtemeldir. Ancak tüm bunların önüne geçen nokta, bu dört maddeye dokunulmasının Kemalist rejimin en nihayet tarihe gömülmesi anlamını taşımasıdır. Bu haliyle, bu maddelere dokunulması hukuki olmaktan çok siyasi bir anlam taşır. Çok daha açık bir ifadeyle, Kemalist ideoloji zemininde siyaset yapan siyasi partilerin –spesifik olarak CHP ve MHP– mevcut krizlerinin daha da derinleÅŸmesi demektir bu. Çünkü böylece ülkede siyasi mücadelenin çerçevesini çizen ideolojik yapısal ÅŸartlar, geri döndürülemez biçimde yeniden tanımlanmış olacaktır. Bu durumda, tüm siyasi partilerin yeni yapısal ÅŸartlara göre siyaset belirlemeleri ve strateji geliÅŸtirmeleri gerekecektir. CHP ve MHP laikçi ve milliyetçi bir siyaseti sürdürmekte zorlanacakken, AK Parti (ve bir gün demokratik siyasete dönme kararı alırsa HDP) de bu siyasete muhalefet etmek yoluyla artık topluma doyurucu bir siyaset sunamayacaktır.
VATANDAÅžLIK TANIMI NASIL OLMALI?
Meclisteki dört partinin de üzerinde uzlaşacağı bir vatandaşlık tanımı yapabilecek miyiz acaba, malum, mevcut tarif Türk vatandaşı vurgusuyla yapılmış?
Hem evet, hem hayır. Şöyle ki öncelikle üzerinde uzlaÅŸacağımız bir vatandaÅŸlık kavramı tespit etmemiz gerekir. Ve bu kavram herkes tarafından kabul görmelidir. Mesela tüm Amerikalılar kendisini “Amerikan” olarak tanımlar. Ancak farklı toplumsal kesimler “Amerikan”dan farklı ÅŸey anlar. Biz henüz bu noktaya, yani bir evrensellik noktası tespit etme noktasına dahi gelmiÅŸ deÄŸiliz. Türk mü diyeceÄŸiz, yoksa Türkiyeli mi, yoksa baÅŸka bir ÅŸey mi? Burada açıkça görülen Türk-Kürt kimliklerini ve ifadelerini aÅŸan ve kapsayan bir kimlik tanımına ihtiyacımız olduÄŸudur.
Herkesin üzerinde uzlaÅŸtığı, yani evrensel bir kavram tespit edildikten sonra bunun tikel ve rakip yorumları ortaya çıkacaktır. Bu, muhtemelen bir saÄŸ, bir de sol yorum ÅŸeklinde olur diye tahmin ediyorum. Günümüzde CHP’nin “laiklik,” MHP’nin “Türklük,” AK Parti’nin “medeniyet” ve HDP’nin “halk-lar” olarak adlandırdığı farklı vatandaÅŸlık tanımlarının zamanla bu formata dönüşeceÄŸini beklemek gerekir. Åžimdiden AK Parti ile MHP, CHP ile de HDP arasında küçük çaplı da olsa ideolojik bir yakınlaÅŸmanın yaÅŸandığı gözlerden kaçmıyor. Zamanla bu dörtlü parti yapısı, ikiye inecektir. Bazı partiler parçalanacak, küçülecek ya da yok olacak, bazıları ise daha da kuvvetlenecektir.
“TÃœRKÄ°YE MÄ°LLETÄ°” KAVRAMI YENÄ° ÃœST KÄ°MLÄ°K OLUR MU?
“Türk milleti” vurgusu da tartışma konusu. ErdoÄŸan, CumhurbaÅŸkanı seçildiÄŸi günün akÅŸamında yaptığı konuÅŸmada “Türkiye milleti” demiÅŸti. Leyla Zana kabul edilmeyen milletvekili yemininde aynı ifadeyi kullandı. Atatürk’ün de deÄŸiÅŸik zamanlarda “Türkiye milleti” dediÄŸi biliniyor. Bu atıf bu tartışmayı uhuletle suhuletle tamamlamayı mümkün kılar mı?
Türk kimliÄŸi zamanında tüm toplumsal grupları kapsıyordu, ama bu kavram zamanla radikal bir yapısökümüne uÄŸratıldı ve evrensel ve objektif olma özelliÄŸini kaybetti. Özellikle Kürt vatandaÅŸların önemli bir kısmı açısından bir vatandaÅŸlık tanımı olarak “Türk” ifadesi otomatik olarak Kürt varlığının reddedilmesi olarak algılanmaya baÅŸlandı. Türklük böylece toplumsal alandaki pozisyonlardan bir pozisyon olmaya gerilemiÅŸ oldu. Bunun farkında olarak CumhurbaÅŸkanı ErdoÄŸan ve AK Parti siyaseti, yeni bir evrensel kimlik tanımı yapmaya giriÅŸti. Önceleri “Türkiyelilik” ifadesi kullanıldı, bu çok raÄŸbet görmedi. Ä°nsanlar sanırım “Türk” ifadesinin başına ne geldiÄŸini anlamadılar ya da anlamak istemediler. Ve en son olarak da “Türkiye milleti” kavramı kullanıldı. AK Parti siyaseten varlığını devam ettirmek istiyorsa ve ülkede gerçek manada yapısal bir dönüşüm gerçekleÅŸtirip iktidarı elinde tutmak istiyorsa üst kimlik konusunda toplumu ikna etmek zorundadır. Daha iddialı bir ifade kullanayım, Türkiye’de yeni bir üst kimlik tanımı ortaya atıp tüm topluma kabul ettirmeye kim muvaffak olursa bundan sonra iktidarın sahibi o olur.
BulunduÄŸumuz noktada böyle bir siyasi hamle için tek aday AK Parti gibi duruyor. Yeni bir üst kimlik tanımının yeni bir toplumsal düzen kurmak isteyen siyasi aktör tarafından yapılmasından daha doÄŸal bir durum yok. Aynı ÅŸekilde toplumsal deÄŸiÅŸime direnen CHP ve MHP gibi siyasi aktörlerin eski (ya da daha doÄŸrusu “eskimiÅŸ”) üst kimlikte ısrar etmesi de aynı ÅŸekilde anlaşılabilir bir durum. Ayrılıkçı bir siyaset güden HDP için ise mesele artık bir üst kimliÄŸin var olup olmamasını aÅŸmış halde. Dolayısıyla, bu meselenin çözümü tamamıyla siyasetin karar vereceÄŸi bir husustur. Bu bir uzlaşıdan öte, AK Parti’nin önce toplumsal alanda sonra da siyaset kurumu içerisinde diÄŸer siyasi aktörlerin meseleye bakışını deÄŸiÅŸtirip deÄŸiÅŸtiremeyeceÄŸine bakar. Devreye bu dönüşümü gerçekleÅŸtirmeye muktedir stratejiler girer. Mesela, Atatürk gibi bir yandan belli toplumsal kesimler için sembolik ve aynı zamanda da toplumu birleÅŸtirici bir ismin ve Leyla Zana gibi Kürt sosyolojisinde önemli bir karşılığı olan bir siyasetçinin “Türkiye milleti” ifadesini kullanmış olmasının iyi deÄŸerlendirilmesi gerekir. Aksi taktirde, AK Parti’nin zaman zaman gözlenen etnik-milliyetçi bir çizgiye kayması ülkenin doÄŸuda parçalanmasının ve vesayetin geri gelmesinin yolunu açar.
TARTIÅžMA NEDEN ZEHÄ°RLENDÄ°?
Anayasa bahsini kilitleyen esas konu idari sistemde yapılması planlanan deÄŸiÅŸikliklerle ilgili malum. Daha açık söylersek baÅŸkanlık tartışmasıyla, daha da açık söylersek ErdoÄŸan’ın ismi etrafında yürüyen tartışmalarla ilgili. Niye zehirlendi bu konu böyle, Türkiye bu deÄŸiÅŸikliÄŸi yapmak zorunda oysa?
Bu deÄŸiÅŸikliÄŸi herkesin yapmak istediÄŸi konusunda emin deÄŸilim. Söylemler bu ÅŸekilde olabilir ancak arkadaki niyet bunun tam tersi. Anayasa meselesi siyasi partiler açısından artık bir varoluÅŸ meselesine dönüşmüş durumda. Yeni anayasa demek, eski Türkiye aktörleri CHP ve MHP’nin siyaset yaptıkları ideolojik zeminin –ki bu zemin son 13 yılda darmadağın oldu– tamamıyla tarihe karışması demek. Her ne kadar hırpalanmış ve içi boÅŸalmış olsa da, CHP ve MHP için 1982 Anayasası’nın ve çizdiÄŸi ideolojik-kurumsal çerçevenin korunması tekrar iktidara gelme umutlarının geleceÄŸe taşınması anlamı taşıyor. Anayasa deÄŸiÅŸirse, ÅŸehirde oynanan oyun da radikal bir ÅŸekilde deÄŸiÅŸmiÅŸ olacak.
Dolayısıyla, anayasa deÄŸiÅŸimine karşı olanlar bu durumda doÄŸal olarak tartışmaları zehirleme yoluna gittiler. Bunun da iki yolu vardı. Birincisi toplumun önemli bir kesiminin istediÄŸi bir deÄŸiÅŸime karşı gözükmeden, bu deÄŸiÅŸimi engellemek. Bunun için toplumun ideolojik yapısı içerisinde bahaneler bulmak gerekiyordu. Yeni anayasa için bulunan bahaneleri tekrar saymaya gerek yok sanırım. Kurucu meclis tartışması, AK Parti’nin hala gizli niyetleri olduÄŸu imaları, baÅŸkanlık sisteminin tek-adamlık getireceÄŸi ya da ülkeyi böleceÄŸi iddiaları, vs.
ERDOÄžAN KARÅžITLIÄžI 2010’DA BAÅžLATILDI
Ä°kinci yol nedir?
Ä°kinci olarak muhalefetin anayasa deÄŸiÅŸikliÄŸine karşı durma politikası için bir çıpa noktasına ihtiyacı vardı. Bu deÄŸiÅŸimin merkezindeki aktörün “canavarlaÅŸtırılarak” deÄŸiÅŸimin durdurulacağı umut ediliyordu. “ErdoÄŸan saplantısı” olarak medya ve kamuoyunda ifade edilen ÅŸeyin aslında bilinçli bir siyaset olduÄŸunu teslim etmek gerekiyor. Toplumsal muhalefeti tek bir noktaya odaklamak kolay deÄŸildir, bunun için somut ve net bir “düşman” yaratmak gerekir. ErdoÄŸan hem toplumsal muhalefeti tek bir cephede toplamak hem de karşı cenahta deÄŸiÅŸim istencini yıkmak açısından hedef olarak seçildi ve iÅŸlevsel olarak kullanıldı.
Muhalefetin “ErdoÄŸan-karşıtı” siyasetinin 2010 yılı gibi baÅŸladığını da not etmek gerekir. Bu tarih vesayet düzeninin büyük oranda tasfiye edildiÄŸi ve artık yeni bir düzen için toplumsal alanın hazır olduÄŸu dönemdi. Yani bir bakıma ErdoÄŸan, “buz-kırıcılık” olarak tanımlayabileceÄŸimiz siyasi misyonunu tamamlamıştı. Düzenin küresel ve bölgesel güç odaklarıyla uyumlu yerel bir aktör, spesifik olarak da paralel yapı ve onun güdümündeki siyasilerin liderliÄŸinde tesis edilmesi öngörülüyordu. Bunun için de ErdoÄŸan’dan kurtulmak gerekiyordu. Bu siyaseti kuranlar hiçbir zaman CHP ve MHP olmadı, onlar sadece oyunu kuranların peÅŸine takılanlar ve kendi çıkarları için iÅŸlevsel olarak kullananlar oldular. Bu partilerin içine yönelik “kaset operasyonları”nın yapılmasını da –CHP’de KılıçdaroÄŸlu’nun liderlik koltuÄŸuna oturtulması, MHP’de parti üst yönetiminin istifa etmek zorunda bırakılması– bu baÄŸlamda deÄŸerlendirmek gerekir. Neticede Türkiye siyasetinin son 5-6 yılı düzen kurucu aktörün kim olacağı tartışması etrafında geçti. Yeni anayasa yapılana ve devletin kurumsal yapısı yeniden düzenlenene kadar da siyaset, ErdoÄŸan-karşıtlığı ve taraftarlığı tarafından belirlenecektir. Tüm yerel, bölgesel ve küresel aktörlerin ülke siyasetinde son kozlarını bu denli açıktan sahaya sürmelerinin baÅŸka bir açıklaması olamaz.
MUHALEFET ÖCÜ MASALIYLA KORKUTMAK İSTİYOR
BaÅŸkanlığın tek adamlık diktatörlük sistemi olduÄŸu, ErdoÄŸan’ın kendini kral padiÅŸah falan ilan edeceÄŸi yönünde bir öcü masalı siyaseti yapılıyor muhalefet tarafından. Korkmalı mıyız baÅŸkanlıktan?
Başkanlık sistemi muadili olan parlamenter sistem gibi demokratik bir yönetim sistemi. Güçler ayrılığına ve hukukun üstünlüğe dayanan bir sistem. Parlamenter sistemden ayrıldığı nokta yürütme ve yasama seçimlerinin ayrı ayrı yapılması ve hükümet ve yasama organlarının görev süreleri dolana kadar görevde kalmaları. Dolayısıyla başkanlık, güçler ayrılığının çok daha net olduğu, ancak bununla birlikte yürütmenin daha ön planda olması dolayısıyla istikrarsızlığın ve otorite boşluğunun çok daha az ihtimal dahilinde olduğu bir sistem.
Lakin baÅŸkanlık muhalefet tarafından sanki hukukun üstünlüğünün olmadığı, yani baÅŸkanın hukukun üstünde olduÄŸu bir sistem gibi sunuluyor. BaÅŸkanlık hakkında bu iddiaları ortaya atanlar, bu sistemin bu ÅŸekilde olmadığını çok iyi biliyorlar. Ancak bu sistemin kendileri için dezavantajlı bir siyasi ortam yaratacağını bildiklerinden –ki baÅŸkanlık seçimini kazanmak için toplumun merkezine yönelik kapsayıcı bir siyaset geliÅŸtirmek gerekir– baÅŸkanlığı canavarlaÅŸtırarak bir korku nesnesine dönüştürme siyaseti güdüyorlar.
TÜRKİYE İÇİN DOĞRU SİSTEM BAŞKANLIK MI?
Başkanlık Türkiye için neden gerekli, hangi derdimize deva olacak?
Türkiye’de yönetim sisteminden kaynaklanan belli sorunlar var. Bunların başında demokrasi açığı geliyor. Türkiye Cumhuriyeti kuruluÅŸundan itibaren 1950’ye kadar güçler ayrımının ve serbest seçimlerin olmadığı tek parti rejimince yönetildi. 1950’den itibaren ise parlamenter demokrasiye geçiÅŸ yaÅŸandı. Ancak parlamenter sistem vesayet düzenine uyumlu bir ÅŸekilde dizayn edildi. Bu dizaynda ön plana çıkan siyaset kurumunun hem dışardan hem de içerden çevrelenmesiydi. Dışardan bürokratik vesayetin kurumları tarafından çevrelenerek seçilmiÅŸ hükümetlerin büyük kararlar alması –elbette almak için bir irade gösterdikleri sürece– engellendi. İçerden ise, bürokratik vesayetin temsilcisi konumundaki siyasi aktörler tarafından istikrarsızlığı körükleyecek bir siyasetin takip edilmesiyle iÅŸlevsiz kılınmaya çalışıldı. Bu siyasi tablo milli iradenin devlet iradesine ve eylemlerine yansımaması sorununu ortaya çıkardı. Devlet ile toplum arasında derin bir ayrışma ve yabancılaÅŸma yaÅŸandı.
İkinci sorun ise, demokrasi açığı sorununa bağlı olarak ekonomik geri kalmışlığa yol açtı. Devlet-toplum yabancılaşması nedeniyle toplumun enerjisi devlete gerektiği gibi yansıyamadı. Bu boşluğu iyi değerlendiren oportünist siyasiler ve diğer aktörler genelin çıkarı yerine kendi özel çıkarlarını ön plana koydular. Bunların yaratmış olduğu dinamizm eksikliği ve siyasi istikrarsızlık büyük kalkınma projelerinin yapılmasını engelledi.
Üçüncü sorun ise, diğer iki soruna bağlı olarak dışarıya bağımlılık oluştu. Demokrasi açığı iktidar odaklarının halktan ziyade uluslararası güç merkezlerine yaslanmalarına yol açtı. Bu durum, uluslar arası güçlerden izinsiz adım atamama durumunu ortaya çıkardı. Ekonomik geri kalmıştık da hem güvenlik sektöründe dışa bağımlılığı körükledi ve küresel ekonomi içerisinde de ülkeyi bir yarı-çevre ülkesine indirgemiş oldu.
Başkanlık bu üç yapısal soruna da bir cevap üretecek mekanizmaları devreye sokabilir. Yürütmenin direkt halk tarafından seçilmesi ve siyaset kurumunun güçlenmesi demokrasi açığını sonlandırırken, bunun yarattığı siyasi istikrar ve dinamizm ekonomik kalkınmayı daha da ileri götürecek şartları yaratacaktır. Hem demokrasi hem de kalkınma konusundaki atılımlar da güvenlik sektöründe ve uluslararası politika geliştirilmesinde dışa bağımlılığı azaltarak ülkeyi daha da güçlü bir noktaya taşıyacaktır. Özetle, bir mekanizma olarak başkanlık sistemi güçlü bir ülke ve sağlam bir demokrasi inşa edilmesi için önemli bir işlev görecektir.
ÇATIŞMA DEĞİL UYUM İÇİNDE BİR SİSTEM KURULMALI
Denetleme frenleme sistemleri, erkler arasındaki bağımsızlık gibi önemli noktalar var. Bunların temini tesisi için ne yapılmalı neye dikkat edilmeli?
Nasıl bir baÅŸkanlık modeli olacağı da önemli bir soru. Burada sistemin ne ÅŸekilde dizayn edileceÄŸi önem arz ediyor. AK Parti bunun yerli ve milli olacağını söylüyor. Yerli ve milliden kastedilen sistemin doÄŸal olarak Türkiye’ye has olacağıdır. Dünyada baÅŸkanlık uygulamalarına baktığımızda her ülkenin kendi ihtiyaçlarına ve toplumsal yapısına göre sisteme dizayn verdiÄŸi gözlenmektedir. Elbette evrensel olan bazı hususlar var. Yürütme ve yargının seçimlerinin ayrı yapılması ve ayrı bir ÅŸekilde iÅŸlemesi hepsinde ortak. Yani erklerin bağımsızlığının mutlaka saÄŸlanması gerekiyor. Burada sınırların çok iyi bir ÅŸekilde çizilmesi gerekir. Bu konuda da bütçe yapımı, KHK çıkarılması, fesih meselesi, yargı üyelerinin atanması, seçimlerin zamanlaması vs. gibi konu baÅŸlıkları var. Buralarda belli tercihler yapılarak Türkiye’ye has ve iÅŸleyen bir sistem inÅŸa edilecektir.
Sonuçta esas olan, sistemin unsurlarının birbirinden ayrı tutulması ancak bu ayrışmanın çatışmaya değil uyuma yönelik olmasıdır. Yani, kuvvetler ayrımı en iyi şekilde sağlanmalı ama bu kuvvetler çatışmasını değil, kuvvetlerin uyumlu işleyişini esas alarak düzenlenmelidir. Çünkü başkanlık sisteminin en temel problemleri arasında sistemin tıkanması ve katılığı yer almaktadır. Bu sorunlar kuvvetler arasında uyumsuzluğun ve çatışmanın olduğunu gösterir. Bu sorunlara yol açmayacak şekilde sistem düzenlenmelidir ya da en azından sistemi açacak mekanizmalar geliştirilmelidir.
Henüz yorum yapılmamış.